(13.10.2008)
Emin KORAMAZ
TMMOB Makina Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
ABD ile Rusya, Rusya ile Gürcistan ve Gürcistan ile Osetya ve Abhazya arasındaki gerilimler, başta ABD olmak üzere ABD-İngiltere-AB-Japonya bir tarafta; Rusya, Çin, Hindistan’ın da içinde yer aldığı Şanghay oluşumu bir diğer tarafta olmak üzere dünyanın tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçtiğini göstermektedir. Enerji, petrol, su kaynaklarının önümüzdeki on yıllarda emperyalistler ve büyük güçler arası ‘güç ve paylaşım ilişkisi’nde neden olacağı gerilim ve olası savaşların başladığı/başlayacağı bir döneme dünya çapında girilmiştir.
ABD merkezli ekonomik krizin böylesi bir uluslararası ortamda gündeme gelmesi, dünyanın yakın ve orta dönem ekonomik, politik atmosferi açısından önem taşımaktadır.
Mevcut uluslararası sistem “morgage” ile başlayan gelişmelerle yeni bunalım ve krizlere gebe bir süreci yaşamaktadır. Finans mekanizmalarında başlayan alt üst oluşun ABD ve Avrupa’da yol açtığı/açacağı devasa maliyetin dünyaya ve özellikle bizim gibi ülkelere fatura edilmesi kaçınılmazdır. Bu durum ile sanayi ve ekonomimize ilişkin birikmiş olumsuzlukların çakışması, Türkiye’nin önemli zorluklarla karşılaşacağının işaretlerini sunmaktadır.
ABD merkezli uluslararası kriz, her ne kadar mortgage’ten uç verse de yapısal kökleri bulunmaktadır. Sermaye çevrelerinin azami kâr güdüsü, üretim süreçlerinin piyasaya dönük serbestliklerini kuralsızlaşmaya dek vardırmaktadır. Buna sosyal kesimler arasında yaratılan uçurum da eklenince üretimdeki arz fazlası ile talep arasında hep bir dengesizlik oluşmakta ve sürekli krizlere neden olmaktadır. 1980’lerden itibaren yoğunlaşan finansal hareketlilik, üretim süreçlerinde “eksik talep ve aşırı üretimin ortaya çıkaracağı krizlerin finansal mekanizmalarla ertelenmesi”ne yol açabiliyordu. İşte bu işleyişin yol açtığı birikmiş sorunlar mevcut kriz ile ortaya dökülmüştür.
İktisatçıların belirttiklerine göre, son dönemlerde reel sektörlerdeki 1 dolara karşılık dünya finans piyasalarında 25–30 dolarlık bir işlem hacmi yaşanmakta ve dünyada bir günlük toplam döviz alım satımı, finansal rant ve spekülasyon hareketliliğiyle birlikte 1,8 trilyon dolara ulaşmaktaydı. Bu durum “krizin finansal mekanizmalarla ertelenmesi”ne açıklayıcı bir örnek oluşturmaktadır.
1 trilyon dolar ile 3 trilyon dolar arasında değişecek “kurtarma operasyonları”nın dünyaya ve bizim gibi ülkelere nasıl fatura edileceği ise üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Tam da bu noktada, serbestleştirme, kuralsızlaştırma, özelleştirmeler ve diğer düzenlemelerle ekonomik yapıda kamunun tasfiyesi, üretim ve yatırımdan uzaklaştırılması, tarihsel ve ulusal ekonomik–sosyal kazanımların emperyalist merkezler lehine seyreden finans hareketliliğine kurban edilmesi, ülkemizin önündeki en yakıcı sorunu oluşturmaktadır.
Zira Türkiye ekonomisi cari açığını dış borçla kapatan, sıcak para akışına mahkum, yüksek cari açık, yüksek dış borç ve süreklileşmiş işsizliğe dayalı kırılgan ve sürekli kriz tehdidi altında bir yapıya büründürülmüştür. Bu durum Türkiye’nin küresel gelişmelere bağımlılığını daha da artırmış “yukarısı hapşırdığında aşağısı nezle olur”a benzer bir durum yaratmıştır.
Temel çerçevesi IMF, Dünya Bankası, OECD, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Birliği gibi örgütlenmeler kanalıyla çizilen programlar ile ücretlerin azaltılması, emek piyasalarının kuralsızlaştırılması, devletin sosyal alandan çekilmesi, gümrük vergileri, kotalar ve ithalattaki tüm kısıtlamaların ortadan kaldırılması, kamu işletmelerinin özelleştirilerek yabancı sermayeye yatırım olanakları sağlanması esas alınmıştır.
IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara bağımlılık ile AB uyum programlarına endekslenmiş olmanın sonucu olarak, ülkemizde biz mühendislerin varlık nedeni olan sınai yatırımlar durmuş, KOBİ’lerin önemli bir kısmı pazardan çekilmiş, işsizlik kronik bir sorun haline gelerek toplumsal adaletsizlikler derinleşmiştir.
Sanayide üretim teşvik edilmemekte, özellikle ara malı ve yatırım malı üreten sektörler taşeronlaşmaya ve fason üretime teşvik edilmektedir. Ülke kaynakları üretken yatırımlar yerine hizmet ve finans sektörleri ile borç faizlerine aktarılmaktadır. Özelleştirme ve serbestleştirme adı altında tarım alanlarımız, ormanlar, araziler ve entegre sanayi tesislerimiz elden çıkarılmaktadır.
Aynı şekilde tüm itirazlarımıza karşın imzalanan Gümrük Birliği anlaşması ile ihracatımız ithalata bağımlı hale gelmiş, ülke sanayisi taşeron durumuna sokulmuş, aynı yanlış politikalar AB’ye üyelik müzakere süreçlerinde de sürdürülmüştür. Bu süreç sosyal devletin tasfiyesi, sanayinin taşeronlaştırılması ve ulusal pazarın tamamen teslimiyeti doğrultusunda yaşanmıştır.
Ancak ABD egemenliğindeki uluslararası kurumların finans politikaları ile Avrupa Birliği’nin dayattığı yanlış sanayi, tarım ve eklemlenme politikalarını bir “ekonomik tercih” olarak uygulayan Türkiye’de çok yönlü çalkantılar yaşanacağı bir döneme girilmiştir. Özelleştirmelere yönelik yasalar, İş Yasası, Sosyal Güvenlik ve Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası ve diğer uluslararası eklemlenme yasaları bu süreci ileride de kızıştıracak ekonomik, sosyal muhtevalara sahiptir.
Yalnızca son dönemlere ait büyüme, sıcak para, cari açık, cari açığın karşılanmasında kullanılan borçlanma oranları, özel sektörün kur riski, kamu ve özel sektör iç ve dış borç stokları, dış ticaret açığı, yabancı sermaye yatırımları, imalat sanayi reel güven endeksi, kapanan işyerleri, tüketici borçları, batık konut kredilerine ilişkin olumsuzluklar çok ciddi düzeylerdedir.
Türkiye’de istihdam yaratmayan, sermaye çevreleri lehine şişirilmiş ve gerçekte sıcak para destekli “büyüme” yıllarından büyümenin duracağı, ekonominin ölçeğinin küçüleceği, ihracat ve ithalatının gerileyeceği bir döneme girilmektedir. Bu, doğrudan reel/gerçek sektörün krizi anlamına gelmektedir.
Sıcak para 2007 sonunda 100 milyar doları aşıyordu, bugün ise 70 milyar dolaylarına inmiştir. Cari açıkta son 6 yıl önceki 80 yılı 4’e katlamıştır. 2006’da toplam cari açığın % 38’i borçlanma ile finanse edilirken bu yıl oran % 70’e yükselmiştir. Son bir yılda cari açık 47 milyar doları aşmıştır ve bu açık oranlarının uzun dönemli sürdürülmesinin zor olduğu bizzat sermaye çevrelerince dile getirilmektedir. Önümüzdeki süreçte cari açığın finansmanı iyice zorlaşacak, yeni ve çok daha yüksek maliyetli dış kaynak, yani borçlanmaya başvurulacaktır.
İhracatı ithalata bağımlı olan özel sektörün kur riski son 4 yılda 4 kat artmıştır, bu risk önümüzdeki süreçte çok daha artacaktır. Ağustos sonu itibarıyla dış ticaret açığı 75,9 milyar dolara ulaşmış, ihracatın ithalatı karşılama oranı yine % 63 olmuştur.
Özel sektörün kısa ve uzun dönemli dış borç stoku 197,4 milyar dolara ulaşmıştır. Merkezi yönetim toplam brüt dış borcu ise Ağustos sonu itibarıyla 345,9 milyar dolara, net borç stoku ise 235 milyar dolara ulaşmıştır.
Bugün ilk büyük 500 sanayi firmasının 143’ü yani dörtte biri yabancı sermayelidir, iktidarın krize karşı övündüğü bankacılık sektörünün % 50’si de yabancı sermayenin elindedir. Bu durum, uluslar arası işbölümünde Türkiye’ye biçilen “dışa kaynak aktarma” rolünün sürmesine yol açacaktır.
Bu durum özel sektörün kredilendirilmesinde güçlükler yaşanacağının da işaretini vermektedir. Diğer yandan ayakta kalan KOBİ’lerin üretimleri ucuza kapatılacaktır.
Zaten sanayi yatırımlarına yönelmeyen, finans ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında 2008’de % 40 azalma yaşanmıştır.
İmalat sanayii reel kesim güven endeksinde gerileme yaşanmaktadır.
Son 8 ayda kapanan işyeri sayısı % 73 artmıştır.
Bireysel krediler ve kredi kartları borçlarından oluşan tüketici borçları, yılın ilk 8 ayında enflasyonun 3 katı üzerinde artarak 116 milyar YTL’ye ulaşmıştır.
Bu etkenlerle birlikte krizin reel sektör ve KOBİ’lere yansıması ve ihracat ve ithalatta yaşanacak gerilemenin toplamı ekonomide küçülme, daralma ile birlikte vergi gelirleri, istihdam, işsizlik, enflasyon, tüketim ve yatırım harcamalarına olumsuz bir şekilde etki edecektir.
Açıkça görülmesi gereken bir gerçek de mevcut ekonomik programı uygulayan herhangi bir siyasi gücün bu kriz dinamikleriyle baş etmesinin olanaklı olmadığıdır. Tam da bu noktada büyük sermaye çevreleri ve bankalara değil, üretim, yatırım, küçük ve orta boy işletmeler ile sosyal kesimlere dönük ivedi bir ekonomik, sosyal destek programının hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bu bir tercih konusudur.
Ülkemizin gerek şu anki gerekse çok yakında yaşayacağı ağır krizden en az hasarla çıkmasının yolu budur. Yüzünü emek ve kalkınma alanlarına dönen bir “ekonomik, siyasal, sosyal tercih” insanca yaşamın koşullarını tesis etmenin yalnızca önemli bir başlangıcını oluşturacaktır.
Türkiye’nin önünde gerçekte tek seçenek bulunmaktadır: Bütün dış ilişkilerini gözden geçirerek bağımsızlığı benimsemek; planlı bir kalkınma ve istihdam odaklı sanayileşmeden, etkin ve yatırım kararları ile bütünleşmiş, mühendisten, bilim, Ar-Ge ve teknolojik gelişmeden yana, kendi kaynak ve birikimlerine dayalı bir ülke ve ekonomi yaratmak olanaklıdır. Bu kapsamda öncelikle, IMF, DB, DTÖ v.b. uluslararası finans kuruluşlarının dayattıkları “yapısal uyum ve istikrar programları” reddedilmelidir.
Kamuyu küçülten özelleştirmeler durdurulmalı; devletin ekonomideki yönlendiriciliği artırılmalı; planlama, kalkınma, sanayileşme yönelimi benimsenmelidir.
Ülkemizin zengin kaynaklarını ülke, kamu ve toplum lehine değerlendirecek orta ve uzun vadeli ulusal stratejiler benimsenmelidir.
Kamu mülkiyetindeki işletmeler, çalışanları söz, yetki ve karar sahibi kılacak bir perspektifle yeniden yapılanmalı, teknolojik yenilenmeleri gerçekleştirilmeli ve yatırımlar artırılmalıdır.
Sanayileşen, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, araştırma-geliştirme gibi alanlara kaynak aktaracak, gelir dağılımını düzeltecek, ulaşım, enerji, haberleşme olanaklarından en ucuz bir şekilde yararlanılabilecek, bölgesel eşitsizlikleri giderecek bir sosyal kalkınma anlayışının egemen kılınması gerekmektedir. Ancak böylece Türkiye’yi barış ve gönenç içinde yaşanabilir kılmak olanaklıdır. Ancak böylece bugün çok zor gibi görünen her şeyi başarmak ve dünyada saygın bir ülke olmak pekâlâ olanaklıdır.