Sanayide Mevcut Duruma İlişkin Değerlendirmesi

TMMOB Makina Mühendisleri Odası

Yönetim Kurulu Başkanı Emin KORAMAZ’ın

Sanayide Mevcut Duruma İlişkin Değerlendirmesi

Bizce planlama, sanayileşme ve kalkınma birbirinden ayrılmaz bir üçlüdür. Bu kavramlar yalnızca sanayideki teknolojik gelişmeler veya üretim sürecinde dar anlamdaki bir sanayileşme ile eşleştirilerek tanımlanamaz. Sanayileşme ve kalkınmayı “sosyal kalkınma” anlayışı içinde, planlı bir yaklaşımla, tarım, çevre, enerji, bilim, teknoloji, istihdam, sağlık, eğitim, gelir, bölüşüm ve tüm diğer alanlara yönelik politikalarla bir bütünlük içinde tanımlamak gerekmektedir.

Oysa ülkemizde özellikle 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan süreçte 1982 Anayasasına da yansıtıldığı üzere kalkınma planlaması devletin temel ve öncelikli görevi olmaktan çıkarılmış ve salt ekonomik bir hüviyete büründürülmüştür. Ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi ve bu amaçla sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun erimli hedeflerden uzaklaşılmıştır.

Dünya Bankası ile imzalanan 5 ayrı yapısal uyum kredi anlaşmasıyla ihracata yönelik sanayi modelinin yanı sıra özelleştirmeler, kamu yatırımlarının azaltılması, para/finans hareketlerinin alt yapısının hazırlanması, tarımda devlet tekelinin kırılması, sağlık, eğitim ve yerel yönetimlerde yeniden yapılanma gündeme girmiştir.

En özet haliyle söyleyeyim: 1980 sonrası uygulanan ekonomik politikalarla Türkiye genelinde sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış, KİT yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli sanayi kuruluşları ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş, sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. Öz kaynaklardan çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış, küresel güçlerin dayattığı iş bölümü ile fason üretim ve taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar yoluyla sağlandığı bir sanayi modeline geçilmiştir.

Diğer yandan “küreselleşme-yerelleşme” şeklinde ifade edilebilecek bir süreç, kalkınma ve planlama yaklaşımlarını dışlayıcı bir içerikle ve yeni “uyum yasaları” eşliğinde ülkemize dayatılmıştır. Bunun izlerini planlamanın evrildiği noktadan da anlayabiliriz.

1996–2000 yıllarını kapsayan 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı merkezi plandan bölgesel projelere geçme eğilimini yansıtmış, 2001-2005’e ilişkin 8. Plan ise AB ile işbirliği doğrultusunda bölgesel programların uygulanmaya başlanması ve bölgesel “kalkınma ajansları”nın kurulmasını öngörmüştür.

Burada dikkat çeken nokta, merkezi planlardaki merkezi kaynak aktarımının yerini, “yerel dinamiklere ve içsel potansiyele dayalı gelişmeler”e bırakmasıdır. Bir anlamda “her koyun kendi bacağından asılır” denilerek ülkemizin ve bölgelerimizin kaderi ulusal ve uluslararası güç ve piyasalara terk edilmektedir. Kalkınma Ajanslarının altyapıyı geliştirme gibi bir görevlerinin bulunmaması, ajanslarla ilgili düzenlemelerin kamu denetimini dışlaması ve Kamu İhalesi Yasasını devre dışı bırakmasıyla sanayi ve çevre, tamamen serbest piyasa faktörlerinin etkisi altında tam bir talan ve rant alanına dönüşecektir.

Önce ertelenip sonra 2007–2013 için 7 yıllık olarak hazırlanan 9. Planda ise kalkınma değil “gelişme eksenleri” öngörülerek bu yaklaşım daha da somutlanmıştır.

Kısacası Türkiye’nin 1960–1980 arası kalkınmasını sağlayan plan/planlama, kalkınma, sosyal devlet kavram ve yaklaşımları tasfiye edilmiş, kalkınma sonucunu vermeyen bir “sürdürülebilir büyüme” benimsenmiştir.

Sanayi sektörlerinin geneline baktığımızda GSMH artış hızının, 1991 sonrasında ithalat artışının gerisinde kaldığı görülmektedir. Sanayi üretiminin özellikle ihracata yönelik bölümünde, hammaddelerinin önemli bir bölümü ithalatla karşılanmaktadır. İthal hammadde girdi oranı imalat sanayi ortalaması 2002 yılında % 60,1 iken bugün % 73’lere çıkmıştır. Yani ihracatımız da daha hızlı bir şekilde artan ithalata bağımlı kılınmıştır.

Bu durum genel mali tabloya da birebir yansımaktadır. Cari işlemler açığı 2007 yılında 38 milyar dolara çıkmış olup GSMH’mızın % 10’una karşılık gelmektedir. Bu açık sürekli büyüyen dış borçlarla kapatılmakta, ekonomi sıcak para ile döndürülmektedir. Ülkemiz sıcak paranın ve spekülatif sermayenin boyunduruğu altına sokulmuştur.

Borsaya 1.000$ olarak gelen para hiçbir katma değer yaratmadan bir yıl sonra 1.470$ olarak geri dönmekte, “yüksek faiz -değerli YTL” kıskacıyla ülke kaynakları spekülatörlere aktarılmaktadır.

İmalat sanayi ihracatının teknolojik açıdan sınıflandırılmasında ise 1980’den günümüze kaynak yoğun ürün % 65,2’den % 16,1’e düşmüş, emek yoğun ürün 22,7’den 43,8’e çıkmıştır. Bilim-teknoloji yoğun ürünler ise % 0,2 düzeyinde sabit kalmıştır. Bu son derece olumsuz bir tablodur. Ülkemizde uygulanan sanayi politikaları, bilimi ve teknolojiyi dışlayarak, ucuz işgücünü sanayinin tek temel rekabet aracı haline getirmiştir.

Yine övünülerek bahsedilen doğrudan yabancı sermaye yatırımları ise ağırlıkla bankacılık, sigortacılık, inşaat, ulaştırma, ticaret, hizmet ve turizm sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. Bu yatırımlar üretici olmayıp rantı büyük, kârı fazla olan alanları oluşturmaktadır. Özellikle İstanbul boyutunda Ortadoğu ve AB sermayesi yatırım yapmaktadır. Bu yatırımlar için imar planları değiştirilmekte, belediye hizmetleri getirilmekte ve kentsel dönüşüm projeleri ile mahalleler ortadan kaldırılmakta, uluslararası sermaye ve yerli ortaklarına yeni rant alanları yaratılmaktadır.

2006 yılında sanayi sektörlerine yapılan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının miktarı yalnızca 1,9 milyar $ olup toplamın % 9’unu oluşturmaktadır. Bunun yeni yatırımlara oranı % 20’yi geçmemektedir. Ancak bu kontrolsüz yatırımlarla banka sermayesinin yaklaşık % 42’si ile sigorta sermayesinin yaklaşık % 54’ü yabancı sermayenin eline geçmiştir. Dolayısıyla bütün ekonomik programlarda belirtilen sanayi için yabancı yatırımın cezbedilmesi hususu da ülkemizin lehine işlememektedir.

Yine sıkça bahsedilen ekonomik büyüme istihdama da yansımamaktadır. 2002–2006 yılları arasında sanayide % 16 oranında bir istihdam düşmesi söz konusudur. Sanayide çalışanlar, bu sektörde yaratılan katma değerden daha az pay almaktadırlar. Biz mühendislerin, sanayi katma değeri içindeki ücretlerinin toplam içindeki payı da son 10 yıl içerisinde % 35,2 oranında azalmıştır. Yine mühendislik ücretleri, Birleşmiş Milletler geçim standartları endeksine göre son on yıl içinde % 56,8 oranında düşmüştür. Diğer bir deyişle mühendisler katma değerden daha az pay almaktadırlar ve görece on yıl içinde yoksullaşmışlardır.

Kısacası sözü edilen büyüme ithalat ve rant kesimlerinin büyümesidir. Sıcak para, düşük kur, yüksek faiz ve yanlış ithalat politikalarına dayalı ekonomik büyümenin nimetleri en üstteki % 10’u bulan kesimler tarafından paylaşılmaktadır. Zira istihdam azalmakta, işsizlik artmakta, çalışanların reel gelirleri düşmektedir. Yoksulluk sınırındaki 15 milyon insan ile 5,6 milyon işsiz insan görmezden gelinmektedir.

Ülkemizde işletmelerin çoğu KOBİ boyutlarında, küçük ölçekli, geri teknoloji ile çalışan ve fason üretime ağırlık veren firmalardır. Ana şirkete veya ihracat yapılan dış firmaya bağımlı bir durumdadırlar. Bağımsız bir tedarik ve pazarlama sistemleri bulunmamaktadır. Yönetim ve organizasyon zaafları vardır. Rekabet güçleri düşüktür. Özgün ürün ve tasarıma yönelik bir yetenekten yoksundurlar. AR-GE harcamaları şirket cirolarının % 0,5’i seviyesindedir. Şirketlerde hizmet içi eğitim yok denecek düzeydedir.

Sanayi KOBİ’lerinin % 46,5’inde mühendis çalıştırılmamakta, % 22,3’ünde ise yalnızca bir mühendis istihdam edilmektedir. Bu durum küresel rekabet koşullarında zorlu bir mücadele veren KOBİ’lerin taşeronlaşmasını daha da hızlandırmaktadır.

Oysaki küresel rekabette ayakta kalabilmek için AR-GE alt yapısının oluşturulması, yeni ürün geliştirme faaliyetlerini yürütecek Mühendislik Birimlerinin kurulması gerekmektedir. Bu konu bir devlet politikası olarak ele alınmak zorundadır.

Türkiye küresel güçlerin bize biçmiş olduğu fason üretime yönelik taşeronlaşmış sanayi işletmelerinden oluşmuş bir yapılanmayı kabul edecek midir?

Yoksa Türkiye sanayi elbisesini yeni bir modele göre, sanayileşme ve sosyal kalkınma hedeflerine yönelik bir biçimde mi oluşturacaktır?

Ülkemizin kaynakları, küresel güçlerin baskısından bağımsız bir şekilde değerlendirildiğinde, Türkiye küresel rekabette yer alabilecek potansiyellere sahiptir. Bilimi ve teknolojiyi esas alan, AR-GE ve inovasyona ağırlık veren, dış girdilere bağımlı olmayan, istihdam odaklı ve planlı bir kalkınmayı öngören sanayileşme politikaları uygulandığında, durum değişecektir. Böylece sanayi yatırımlarında daha rasyonel seçimler yapılabilecek, ülkenin doğal kaynakları daha iyi değerlendirilebilecek, emek ve kaynak yoğun üretimden ileri/yüksek teknoloji yoğunluğu olan bir üretim ve sanayi yapısına ulaşılabilecektir. Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu bir model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek olanaklıdır.

Bu noktada yapılması gerekenler önem taşımaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • Ülkemizin kalkınma stratejileri ulusal bilim, teknoloji, yenilenme politikaları temellerine oturtulmalıdır. Böylesi bir stratejide yerli yatırımcı özendirilmeli ve korunmalı, katma değeri yüksek ileri teknoloji isteyen alanlarda yapılacak yatırımlar desteklenmelidir.

  • Devletin ekonomide yönlendiriciliği artırılmalıdır. IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi finans kuruluşlarının yönlendiriciliği ile ardı ardına çıkarılan yasalar ve özelleştirme uygulamalarıyla, sanayi tesislerimiz ve kamusal varlıklarımızın yağmalanmasına son verilmelidir.

  • Daha yüksek katma değerin oluşturulması ve imalat sanayiinin öncelikli sektörlerinin desteklenmesi zorunludur.

  • Türkiye’deki işletmelerin büyük bir bölümünü oluşturan 200.000’i aşkın küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarında hala mühendis istihdam geleneği oluşturulamamıştır. Sanayinin bütününde ve sektörde mühendis istihdamı artırılmalıdır.

  • Ar-Ge’ye ve eğitime ayrılan pay yükseltilerek gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarılmalı, yeni ürün tasarımları yapılmalı ve özgün ürünün tekno ekonomik kapasitedeki tesislerde imal edilmesi sağlanmalıdır. Ar–Ge’ye ayrılan payın sektörde asgari % 1,2’ye çıkarılması zorunludur.

  • Devlet, üniversite, araştırma kurumları, meslek odaları, üretici dernekleri ve imalat sanayiindeki işletmeler arasında koordinasyonu sağlayacak yapılanmalara yer verilmelidir. Bu bağlamda Teknopark uygulamaları ile Organize Sanayi Bölgeleri’ne odaklanacak kümeleşme çalışmalarının doğru uygulamalarla sürece katkısı sağlanmalıdır.

  • İmalat sanayii ve özellikle makina imalat sanayiinde tasarımı ders programlarına ekleyecek bir üniversite yapılandırılması ve sanayi-üniversite işbirliğine yönelik koordinasyon oluşturulmalıdır.

Please follow and like us:

Tarih: Mayıs 17, 2018, kategoriler: Basın açıklamaları Yazar: